Terbiye
Felsefe Tedrisatı
Bu makalede felsefe derslerinin tâli tahsildeki fevkalade ehemmiyetini ve bu dersin şimdiye kadar uğradığı ihmaller ile bunun tevlid ettiği netâyic-i terbiyevîyeyi kudretim nispetinde teşrih ve tefsire çalışacağım.
Bilhassa bu mevzuyu intihab edişimizin sebebine gelince:
Münevverimizin hâl-i hazırdaki teşevvüş-i rûhiyyeleri o derece bariz bir şekil almıştır ki, bunu görüp de onu tevlid eden esbâbı izâle, hiç olmazsa irâʾe için nefsimi zapta mukadder olamamaklığımdır. Yuvasını kaybetmiş kuşlar gibi oraya buraya baş vuran; bazen kendi din ve mektebini istihkâra tasaddî ve binnetice rûhen tereddî eden; bazen de hakâyık-ı müsbetenin lüzumunu inkâr ederek binnetice beri itip, sürüklemekte olan seyl-i medeniyet altında boğulmak tehlikelerine maruz bulunan gençliğimizin bu perişan halini görüp de müteessir olmamak mümkün müdür?
Malumdur ki sultânîlerde onu mütecâviz muhtelif ulûm tedris edilir. Hepsinin mebâdî ve gâyâtı hakkında umumi ve mücmel malumat iʿtâ olunur. Sultânîden mezun olan talebe istidad-ı mahsus ve kendi samimi arzusu sâʾikasıyla o ilimlerden hangisinde ihtisas peyda etmek isterse gerek Dârülfünûn şuʿûbâtında, gerek diğer mekâtib-i âliyede tahsiline devam eder. Bu vâsiʿ tedrisata mevzu olan ulûmu -tedkike sühûlet olsun diye- biz usûl ve mebâdîlerine nazaran üç ana hatta tefrik edebiliriz:
1- Manevî ilimler
2- Mücerred ilimler
3- Müşahhas ilimler
Manevi ilimler zümresine dini, edebi, ahlaki tedrisatı; mücerred ilimlere riyaziyyat ve müteʿallikâtını; müşahhas ilimlere fizik ve kimya ile ulûm-i mevâlîdi idhal edebiliriz. Lisan tedrisatını da alt derecesi olmak üzere bunlara ilave etmeyi unutmamalıdır.
Muallimler bu muhtelif mevzûʿât-ı ilmiyyeyi kendi muayyen usulleriyle talebelerine öğretmeye çalışırlar. Bunlar arasında vücudu lazım gelen ahenk ve tevazünü düşünmezler ve düşünememekte mazurdurlar. Çünkü hiçbir riyaziyye veya tabiiyye muallimi, mesela ilm-i Kelam dersinde muallim efendi tarafından takrir edilen nübüvvet veya mirac meselesiyle, kendilerinin anlatmaya mecbur bulundukları cazibe kanununun bir tezad-ı tam teşkil edip etmeyeceğini hatırlarına bile getirmezler. Bilfarz, edebiyat tedris eden bir muallim, hiçbir günde talebesinin tahayyül ve tahassüs-i melekesini fazla inkişaf ettirdiğinden dolayı herhangi bir fizik muallimi tarafından en küçük bir taarruza bile maruz kalamaz.
Fakat, meselenin asıl canlı ve ehemmiyetli noktası da bu ahenk ve tevazünün adem-i vücudu halinde tevellüd eyleyecek muhâzırın netâyic-i terbiyevîyyesindedir. Bir defa ayrı ayrı istikametlerde yürüyüp başka başka gayeleri istihdaf eden bu tedrisatın talebenin efkar ve hissiyatını ve seciyye-i zatiyyeleri üzerinde yaptığı tesirâtı tahlil ve teşrih edersek o muzlim fakat mühlik noktayı tenvir etmiş oluruz:
1- Manevi ilimlerden olan din, evsaf-ı asliyyesi itibariyle gaybe imanı istediği için talebenin muhayyile ve hassasiyeti sahasında cevelan eder. Sade nakil ile iktifa edilmeyip akıl ile de telifen tedris olunsa bile mebâhis-i umumiyyesi daima “müspet” olmaktan uzaktır. Böylece ulum-i müşahhasada talebenin seciyye-i zatiyyesini maddeye ısındırır ve gayri maddi hakâyıka onları bigâne bırakır.
Cemiyet dahilinde yaşayan kıymet hükümlerinden bir kısmını çocuklara telkin ettiği için her zaman o kıymet hükümlerini şeʾniyyetle barıştırabilmek mümkün değildir. Mesela ecsâm-ı latîfeden olan melâike-i kirâmın evsafını hangi sultânî talebesi havas-ı umumiyye-i ecsâm ile telif edebilmiştir? Onun içindir ki din-i nâmütenâhiyeti öğretirken elbette ulûm-i müsbetenin mütenâhi olan mevzuuna nâkabil-i irca olacak ve alelhusus itikadiyyâta ait kısımlar daima hayal ve hüsnümüzün malı kalacaktır. O halde dinin, talebenin seciyye-i zatiyyesi üzerinde tesiri; şeʾniyyetli mâverâsında bir kudret-i külliyeye inandırarak onları cemiyet dahilinde yaşayan kıymet hükümlerine intibak ettirmektir.
Edebiyata gelince; bu da din gibi müspet sahanın haricinde kalır. Beşerin neşat ve âlâmını suver-i muhtelife ile talebeye anlatarak onu duyan, acıyan ve acımayı bilen bir insan yapmaya; malik bulunduğu fikir ve hisleri en vazıh, en pürüzsüz ve en ibdâʿî bir şekilde tebliğe alıştırıyor. Onun da ittisâʿ sahası en çok muhayyile ve hassasiyet melekeleri olur. Netice itibariyle din inanmayı, edebiyat ise hissetmeyi ve hissedilen şeyleri yeni ve temeyyüz bir kisve ile tebliğ etmeyi öğretiyor demektir.
2 – Riyâzî kendisinin zaruri ve lâyeteğayyer addettiği bir takım müteʿârifât ve esâsâta müsteniden tamamen tabîiyatı temsil ediyor. “Şüphe” unsur-i zihniyyesini öldürüp onun yerine “yakîn” unsur-i fikriyesini koyuyor. Müfekkireyi şeʾniyyeden tebʿîd ediyor, muhakemeyi pek ziyade tecride alıştırıyor. Bu itibar ile riyâziyyat tedrisatı talebeyi doğruyu aramaya sevk ediyor ve yalnız bu ulûm ile tevağğul edilirse her doğru şeyin bir kemmiyyet, bir harf veya bir adet olması lazım geleceği zehâb-ı batılı hasıl oluyor. Riyâziyeye yeni başlamış bir mübtedî talebe için âlem-i hâricî erkâm ve kemmiyâttan teşekkül etmiştir. Pisagor’un bu silsileye dâhil olan halefleri için bilcümle ecsâm, dilʿalarının iltisâk ve telâkî noktaları silinmiş bir şekl-i hendesîden başka bir şey değildir. Binnetice “erkâm ile ifâde, bir şekl-i hendesîye ircâʿ edilemeyen her şey, hakikat olmaktan uzaktır” zannı talebenin müfekkiresine hakim bulunur.
3- Müşahhas ilimlerin mevzuu ise havâsımıza müessir olabilen mevcudat, yani maddedir. Fizik, kimya ve bütün mevâlîd-i selâse ilimleri, el ile dokunulur, gözle görülebilir şeyleri mevzuu bahis ederler. Bu ilimler talebeye görmek, tatmak ve tahlil etmek melekesini bahşeder ve bu suretle onları gördüklerini anlamaya teşvik eyler. Varlık, ulûm-i müşahhasa için makul olan değil; belki hem makul ve hem de mevcud olandır. Riyâziyyâtta müsellesin evsâf-ı hendeseyesine uygun bir cism-i hâricînin vücud veya adem-i vücudu hiçbir zaman bir riyâzî için düşünülmez. Burada ise mesele bir aksidir; ulûm-i tabîiyyede aslolan mantık değil, belki müşahededir.
Kaideden neticeye, külden cüze gidilmez, bilakis cüzden küle, vakıadan kanuna intikal olunur. Birinin usulü yukarıdan aşağıya, diğerinin usulü ise aşağıdan yukarıyadır. Yani biri taʿlîlî, diğeri istikrâîdir. Ulum-i tabîiyye sahasındaki müşahede esası, bundan dolayı talebeyi ancak gördüğü şeye inandırır. Ve onlar da ister istemez, hatta farkına bile varmaksızın görüp dokunmadığı şeyi inkâra ictisar ederler.
Görülüyor ki üç zümreye tefrik ettiğimiz ulûm, başlı başına mütalaa edildikleri zaman, hakikate ancak birer cihetten temas ettikleri için, müfid olacakları yerde muzır netâyic tevlid ediyor. Mamafih onların böylece muzır netâyic tevlid etmeleri, kıymet-i hakikî ve ilmiyyelerini tenzil etmez, fakat o zarar verici cihetleri de faydalı bir hale getirmek, en önemli bir talim ve terbiye vazifesidir ki ihmali hiçbir zaman caiz olamaz. İşte bu noktadır ki liseleri teşkil ve tesis eden mârifcilerin nazar-ı dikkatlerini celbetmiş ve programlarda yeni bir dersin lüzum-i vücudunu hissettirmişti. Tedris edilen bilcümle ulûmu bir derste tevhid etmek, hepsini bir hâkim-i münferid huzurunda yüzleştirmek, dargın olanlarını barıştırmak, yekdiğerine yan bakanlar olursa terbiyelerini vermek, haddini bilmeyip elin erişemeyeceği yerlere uzananlar bulunursa onlara hadlerini bildirmek iktiza ediyordu. İşte bu ihtiyaca tekabül etmek üzere vaz edilen ders “felsefe”dir. Felsefe, her şeyden ziyade insana her tarafı görmek melekesini bahşeder. Diyebilirim ki, felsefeyi hazmedebilen bir kafa bir anda, ciheti birden görebilecek bir kudrete malik olabilir. Çünkü felsefenin nazarı âlîşümul, görüşü basit, fakat ihâtalıdır. Vazifesi her zıt gibi görünen şeylerde bir rabıta-i hakikiyye ve hafiyye aramaktır. zihinler için tekeffül ettiği en mühim faide efkar-ı muhtelife arasında bir ahenk ve tevâzün tesis etmesidir. Onun içindir ki, felsefe tedrisatı zayıf olan bir sultânîden çıkacak talebe behemehal mahmudi’n-nazar olmak ıztırarındadır. Bu gibi gençler ya dua ve ibadetle her akidenin halline kani olacak yahutta sade maddiyata kıymet vererek mukaddesat-ı cemiyyeti bir hakikat olmak üzere kabul etmeyip onu inkara yeltenecekler. Bunun sebebi ise kendilerinde elastikiyyet-i fikriyyenin adem-i vücudu ve malumat müktesepleri arasındaki muâzenesizlikden başka birşey değildir. Binnetice, ilmin saffet-i mümeyyizelerinden olan tesâmüh ve hudutsuz görebilmek hâsselerinden mahrum kalacaklardır. bu tahaccür etmiş binlerden nef-i memleket namına ne ümid edilebilir, bilemem!
Vezâif-i ilmiyye ve terbiyevîyyesinden mücmelen bahsettiğim bu dersin, yani felsefenin, lazım geldiği tarzda tedris olunabilmesi için ne gibi esasata muhtaç olduğumuzu bir ikinci makalemize mevzu ittihaz edeceğiz.
Hasan Âli Yücel
Dergi : Dergah
Hazırlayan ve Editör: Emir Çakır
Link : http://isamveri.org/pdfosm/D01054/1338_2_22/1338_22_ALIH.pdf


8 yorum
https://shorturl.fm/qFW4E
https://shorturl.fm/uXoiS
https://shorturl.fm/gPaZF
https://shorturl.fm/t9FHf
https://shorturl.fm/CEXjn
https://shorturl.fm/60eIq
https://shorturl.fm/Rs4BR
https://shorturl.fm/cvIEh