Geçen makalemizde, İslamiyet tulûʿ ettiği zaman rûy-i zeminde medeniyet namına hiçbir şeyler olmadığını delâil-i vâzıha ile ispat etmiş, medeniyet-i hakikiyyeyi cihana neşreden İslamiyet olduğunun izahatını diğer makalelerimize bırakmıştık. Binaenaleyh bu makalemizde, İslam, medeniyet-i sahihanın menbaı olduğunu umumi bir surette izah ve bu iddiamızı bizzat Avrupa ulemasının sözleriyle de işhad edeceğiz. Fakat şurasını da söylemek lazımdır ki, din-i İslam’ın menba-ı medeniyet olduğunu ecnebin sözleriyle işhad etmekten maksadımız İslam’ın hakikaten medenî bir din olduğunu bunlardan istidlal etmek değildir; çünkü bu hakikat malumdur, bunu inkâr etmek için derya-yı taassuba, mükâbereye dalmak lazımdır.
Ancak, bu suretle ispat-ı müddeʿa etmekten yegane maksadımız, kalplerinden perde-i taassubu kaldıran Avrupa ukalâsı nezdinde Kur’an’ın menba-ı medeniyet, İslam’ın her zamanda, her muhitte terakkînin ruhu olduğuna kanâat-i kâmile hâsıl olduğunu göstermektir. Bir de bu yolda yazacağımız makalelerde Avrupa mutaassıplarının ve onları körü körüne taklide yeltenenlerin İslamiyet aleyhinde savurdukları itirazları nazar-ı dikkate alarak, İslamiyet’in onların anladıklarından pek müteâlî olduğunu ispat edeceğiz.
Husamâ-yı İslam olanlar diyorlar ki: “İslam, medeniyet ile kabil-i telif değildir; her zamanda her mekânda ahkâmı kâbil-i tatbik olamaz.” Gerek Avrupa ve gerek onları taklide heves edenlerin daima öne sürmekistedikleri itirazların birisi ve belki birincisi bu sözdür. Hatta İngiliz ricalinden “Lord Cromer” bundan birkaç sene mukaddem Mısır’da neşretmiş olduğu kitapta bunu aynen tekrar etmiş, bittabi layık olduğu cevabı almıştı. Vâ esefâ ki memleketimizde bu fikre taraftar olanlar günden güne tekessür etmektedir. Şimdi bakalım bu söz doğru mu, değil mi?
Din-i İslam, Muhammed (sav) Efendimiz hazretlerinin taraf-ı ilahiden getirmiş olduğu bir “din-i” semavîdir; her yerde aklı kendisine bir refîk-i halis olarak tanımış, medeniyet ile beraber yürümüş, insana, insaniyete daima dest-i muʿâvenetini uzatmıştır. İslam’dan evvelki ruʾesâ-yı dinin evzâʿ-ı gazûbâne ile ʿibâdullah üzerine hücum ederek “Nûr-i aklı söndürünüz! Çeşm-i basireti kör ediniz! Akıl dine münâfîdir; hakâyıkı görmek küfürdür” diye şiddetle sayhalar ettikleri esnada Resûl-i Hakîm efendimiz “اَلدِّينُ هُوَ الْعَقْلُ وَ لَا دِينَ لِمَنْ لَا عَقْلَ لَهُ” (Din ayn-ı akıldır, aklı olmayanın dini de yoktur)” diye nida ediyordu.
Din-i İslam, şân-ı insaniyeti dereke-i süflâ-yı behîmiyetten tabakâ-i ulyâ-yı melekiyete isʿâd eyledi; bütün kabâili yekdiğerine kardeş, cümle-i hukuk-i medeniyede müsâvî olarak tanıdı. Cenab-ı Hakk’ın insanlara fıtrî olarak ihsan etmiş olduğu zeka ve takvadan başka aralarında hiçbir fark olmadığını, ancak yek diğerlerinden ilim ve takva ile temeyyüz eylediklerini ilk evvel ilan eden İslamiyet’tir. “اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ اَتْقَاكُمْ” ayet-i kerimesi, “لَا فَضْلَ لِعَرَبِى عَلَى عَجَمِى اِلَّا بِالتَّقْوَى” hadis-i şerifi bu hakikati natıktır. İrtikâb-ı sirkat eden bir kimseye karşı hadd-i sirkaticra edileceği zaman, hadd-i sirkati iskad ettirmek için Hazret-i Üsâme bin Zeyd’in şefaat-i peygamberîyi talep etmesine karşı Cenab-ı Peygamber’in “اَ تَشْفَعُ فِى حَدٍّ مِنْ حُدُودِ اللَّهِ لَوْ اَنَّ فَاطِمَةَ بِنْتَ مُحَمَّدٍ سَرَقَتْ لَقَطَعْتُ يَدَهَا” buyurması hukuk-ı medeniyede bütün insanların müsâvî olduklarını açık surette ilan etmek değil mi?
Din-i İslam, insanları akîde-i şirk ve teksîr-i ilahdan tahlîs, onlardan perde-i hurâfâtı izâle, akıllarından kuyûd ve evhâmı kesr eyledi, onları fesad-ı ahlaktan kurtardı. Çünkü İslam’ın Sâniʿ-i Teâlâ’yı ikrar, haşr ve ecsadı itiraf etmesi o kadar vâzıh bir surettedir kiedyân-ı sâireden hiçbirisi bu hakikati bu kadar açık, iʿvicâcdan sâlim olarak meydana koyamamıştır.
İslam, Cenab-ı Hakk’ı zatında efâlinde tevhid; mahlûkâta müşâbehetten tenzih eyledi; bu âlemin -âsâr-ı sunʿuna delalet eden ilim, kudret, irade ve bunların emsâli sıfât-ı âliye ile muttasıf- bir Hâlik-ı zîşânı olduğunu,Hâlik ile mahlûk arasında hiç bir nispet olmayıp ancak Hâlik onların mûcidi ve onlar da ona rücuʿ edici olduğunu edille-i vâzıha ileispat eyledi: “قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ اَللَّهُ الصَّمَدُ لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ وَ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ”
Gerek vahdâniyet, gerek sâir evâmir-i İlâhiye hususunda berâhîn-i akliyyeyi kendisine rehber eden din-i İslam; sinîn-i vefîreden beri insanlar üzerinde hüküm sürmekte olan zalâm-ı cehaleti tard, yerine envâr-ı ulûmu zerʿ; onların kararmış olan kalplerini nûr-ı irfan ile tezyin eyledi. Bu dinin ekmiş olduğu medeniyet sayesindedir ki: evvelce masum kız çocuklarını diri diri mezara sokan katı kalplerde şefkat ve merhamet neşv ü nemâ buldu. Kalplerinin en ulvî köşesinde envâr-ı hakâyık lemeʿân ediyor; akâid-i meşʾûme ile kasvetengiz bir hale gelen akılları arasında nûr-ı hakikat sabah yıldızı gibi parlıyordu.
Bu hakâyıkı ulemâ-yı garb bile tasdik etmekte tereddüt etmiyorlar. Nasıl ki, “De Castri” İslamiyet’ten bahs eylediği bir eserinde şöyle diyor: İslam’ın, âlemden büyük bir kısmını kendisine cezb etmesi nefsin şânını iʿlâʾ etmesiyledir. İslam zât-ı İlâhiyye’yi beşerin sıfatının fevkinde bir sıfatta tasavvur, ve onu günde beş defa icrasıyla mükellef olduğu namazda tezekkür etmesiyle şân-ı insaniyeti iʿlâʾ eylediği gibi nefsin iştihâ ettiği bazı şeyleri mübah kılarak tabiat-ı beşeriyeye suhûletli olan şeyleri müştemil olmasıyla da iʿlâʾ etmiştir. İntişar-ı İslam’ın en büyük âmillerinden birisi de mezâhib ve teʿâlîm-i İslâmiye’nin gayet açık, iʿvicâcdan sâlim bulunmasıdır. Onun için tabiatı gayet mülâyimdir. Bu öyle bir dindir ki anlaşılmayacak esrardan müberrâdır…
İshak Taylor diyor ki: “… Din-i İslam, Marakeş’den Cava’ya, Zanzibar’dan Çin’e kadar intişar eyledi, hala da Afrika’da vasfı kabil olmayan bir sürat ile intişar ediyor. Görüyoruz ki: İslam, ümem-i mütevahhişenin tehzib-i ahlâkı, onların terakkisi için en muvafık bir dindir. Diyanet-i Mesîhiyye ise böyle değildir. Bunun akâidinde görülen esrarengiz şeylere akıllar ermiyor. İşte bu sebeptendir ki İslam’ın medeniyete pek büyük menâfiʿi, hizmeti dokunduğu halde diyanet-i Mesîhiyye’nin o kadar menfaati, hizmeti görülmemiştir. Diyanet-i Muhammediyye girdiği kabilelerden evsâna tapmayı, insan eti yemeyi, çocukları diri diri mezara gömmeyi mahv ü iptal eylemiştir. Onlarda nezafet, izzet-i nefis, vakar, cûd, kerem gibi sıfat-ı fâzıla yerleştirmiştir.
İslamlar, misafirperverliği hemen farz gibi itikad ederlerdi. Cemiyyât-ı beşeriyenin mevcudiyetini rahnedâr eyleyen müskirât, kumar vesaire gibi bir takım fezâyih, bu dinin zuhuruyla sükût etmeye başladı. Din-i İslam kadınlarda namus ve iffeti halâʾik-i takvadan addeder, ihsan ile tenâsuhu, vicdan ile uhuvveti ifşa ediyordu.”
Din-i İslam, o dindir ki: Avrupa akvâmını Endülüs ve Salîb muharebatına kadar boyan oldukları hakiki cehaletten, yürümekte oldukları girîve-i izmihlalden tahlîs eyledi; Avrupa akvâmını derk-i süflâ-yı behîmiyyetten zirve-i bâlâ-yı temeddüne îsâl, onlara usul-i medeniyeti talim eyledi. Eğer Muhammed (s.a.v.) gelmeseydi, şimdiye kadar Avrupa akvamı bahr-i ummân-ı cehaletin mühlik dalgaları arasında gark olur, teyyârât-ı evham ile mahv ü munʿadim olup giderdi. Zira onlar fikir ve muhakemeye dalanları, ilim ve hikmetle meşgul olanları, dinsiz oluyor diye telakki ederlerdi. Halbuki İslamiyet; tathîr-i cisim için mevâdd-ı maraziyeden hâlî, yenâbîʿ-i sahihadan cârî bir madde-i mutahhire ne derecelerde lâzım ise, nefsin de kendisine ârız olan evhâmı izale edecek, akzâr-ı vesveseden tahlîsine hizmet eyleyecek bir kuvve-i muslihaya o derecelerde muhtaç, ve o kuvve-i muslihanın da tecârub-i sahiha ile sabit, mahsûsât-ı akliyye ile müstedel olan ilim olduğunu ilan ve zaruret-i ilmin zükûr ve nisvâna mütesâviyen şamil olduğunu beyan eyledi.
“طَلَبُ العِلْمِ فَرِيضَةٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ وَ مُسْلِمَةٍ”
“اُطْلُبْ اَلْعِلْمَ مِنْ اَلْمَهْدِ اِلَى الْلَحْدِ”
“وَ اِنَّ كَثِيرًا لَيُضِلُّونَ بِاَهْوَائِهِمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِالْمُعْتَدِينَ”
İslamın meydana koyduğu bu hakâyıkı Avrupa’da ilk evvel keşf ve ilan eden zat filozof “Descartes”dır ki, on sekizinci asrın ricalinden bulunuyor.
Hem de İslamiyet(i) sayhât-ı şedide ile ilan ediyordu ki: İlmin zaruret-i tahsili yalnız hayat-ı uhraya maksur değildir; o zaruret; hayat-ı hâzırayı dahi tamamen muhittir, zira aʿmâl-i hayatiyyenin kıvamı, Şuʾûn-ı dünyeviyyenin salâhı münhasıran ilim ile kaimdir. “مَنْ اَرَادَ الدُّنْيَا فَعَلَيْهِ بِالْعِلْمِ وَ مَنْ اَرَادَ الْآ خِرَةَ فَعَلَيْهِ بِالْعِلْمِ وَ مَنْ اَرَادَهُمَا فَعَلَيْهِ بِالْعِلْمِ” Hadîs-i şerîfi bunu nâtıktır.
Bakınız! “Darvi (?)” ne diyor: “Avrupa zalâm-ı cehalet içinde mahv ü nâbud olup inlediği, temîn-i hayat edecek ziya, ışık namına ancak iğne deliğinden intişar eden ışık miktarı bir parçadan başka ziya görmediği bir zamanda idi ki, ümmet-i İslamiyye tarafından pek şaşalı bir ziya tulûʿ etti; ulûm-i felsefe, sanayi…! Bu ziya ile beraber intişar eyledi. Bu intişar için de Bağdat, Basra, Samerra, Semerkand, Dımaşk, Kayrevan, Mısır, Fars, Gırnata, Kurtuba merkez-i maarif olmuş, Avrupa akvâmı kurûn-i vustada bu merâkiz-i azîmeden pek çok keşfiyyât-ı ulûm ü fünûn iğtinam eylemiştir.”
Sedillot (ö. 1875) da şu yolda idare-i kelam ediyor: Hazret-i Muhammed (sav), zuhur edip müteferrik bir halde olan kabâʾil-i Arabı tevhid, onları bir maksad-ı âlî uğrunda cem ettikten sonra bunlar bir millet-i muazzama halinde dünyaya karşı meydan okumaya başladı. Cenâh-ı mülkünü Tac nehrinden Ganj nehrine -aksa-yı şarktan ta mağrib önlerine- kadar uzattı. Avrupa’da cehalet hüküm-ferma olduğu bir zamanda aktar-ı arzın her köşesine livâ-yı medeniyeti rekz eyledi.”
Kur’an-ı Kerim hakkında beyan-ı mütâlaa ederken “Gibbon (ö. 1794)” diyor ki: Kur’an-ı Kerim’in umur-ı uhreviyeye taalluk eden usulden mâʿada bilcümle ahkâm-ı cezâiyye ve medeniyye için de bir düstur-ı esasi, nev-i beşerin tanzim-i hayatı, tertib-i şuʾunu için bir kanun-ı medeni olduğu bütün alemce müsellemdir… Şeriat-ı Muhammediye’nin ahkâmı en büyük sultanlardan en küçük efrada kadar kâffe-i efrad-ı beşere şamildir.
Yine İslamiyet beyan ediyordu ki fehm-i meʿâni-i Kur’an vâbeste-i izdiyad-ı irfandır. “وَ تِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ وَ مَا يَعْقِلُهَا اِلَّا الْعَالِمُون”. İşte İslamiyetin makam-ı ilme ihtiramı, tahsiline terğib ve icbar hususundaki ihtimam ve ikdâmı bu mertebelere bâliğ oluyordu.
Zaten Kur’an-ı Kerim’in pek çok mebâhisi anlamak da kâffe-i ulûm ü fünûnu tahsil etmeye vâbeste olduğundan İslamlar pek büyük bir hâhişle o zamanın hikmetini, riyâziyyâtını, felekiyyâtı, kendi lisanlarına tercüme ve onlardaki hataları ıslah ediyorlardı. Amerikalı “Draper (ö. 1882)” diyor ki: Hazret-i Muhammed (sav) dar-ı ahirete irtihal eyledikten sonra pek geçmeden Araplar kütüb-ü Yunâniyye’nin en meşhurlarını lügatlarına tercüme etmeye başladılar; hatta din nokta-i nazarından itikad-ı ammeye mazarratı olan birtakım kasâʾdi bile ulemanın muttali olduğu Süryanî lügatine tercüme ettiler.
Bu suretle Müslümanlar ulûmun kâffe şuʿabâtında üstadı kül olmuşlardı. Çünkü Kur’an-ı Kerim bunlar için bir saha-i cevelân idi. Her istediklerini onda buluyorlardı. Avrupa ulemasının keşfine henüz muvaffak oldukları birçok hakikatleri Kur’an haber veriyordu. Binaenaleyh İslâmlar kudret-i fâtıranın bahşetmiş olduğu bu geniş sahrada cevelân ederek dünyanın her tarafına medeniyet tohumunu serptiler. Şu hâlde “İslâmiyet medeniyetle kabil-i telif değildir…!” demeye vicdan nasıl razı olur?
Aksekili Ahmed Hamdi
Hazırlayan ve Editör : Emir Çakır
Link: http://isamveri.org/pdfosm/D00125/1328_1-8/1328_1-8_10-192/1328_1-8_10-192_HAMDIAA.pdf


20 yorum
https://shorturl.fm/pGkN4
https://shorturl.fm/1nESW
https://shorturl.fm/i6mil
https://shorturl.fm/X5yhG
https://shorturl.fm/Cf2Qy
https://shorturl.fm/mOukW
https://shorturl.fm/fb5PH
https://shorturl.fm/Jb8ps
https://shorturl.fm/KdY2C
https://shorturl.fm/ZFGp7
https://shorturl.fm/Gtuxa
https://shorturl.fm/VodJ8
https://shorturl.fm/3rSUY
https://shorturl.fm/KotD5
https://shorturl.fm/NuI20
https://shorturl.fm/lOOm3
https://shorturl.fm/oNkf4
https://shorturl.fm/TKzWn
https://shorturl.fm/7Oj8L
https://shorturl.fm/vOYjX