Sebilürreşad Cerîde-i İslamiyyesine
Şeyh Muhsin-i Fânî ez-Zâhirî Hazretlerine
Üstâd-ı muazzez, dîn-i mübîn-i Ahmedî’ye davetin istinâdgâhı hüccet ve burhândır. Hüccet ve burhân bâ-ahkâm-ı dînî kalblere yerleştirmek veya muârızları susturmak kasdıyla ityân olunur. Birinci husûs hikmet ve mevʿiza-i hasene ile, ikinci husûs hüsn-i cidâl ile husûl bulur. Kur’ân-ı mübînin irşâd ettiği hüccet ve burhân delîl-i naklî olduğu gibi delîl-i aklî de olur. Fıtrât-ı asliyye üzre kalanlara kanaat-bahş hitâblar, ibret-âmîz sözler işe yarar. Her asra göre yeni bir kisve iktizâ eden hasımları iskât içün o asra yarayan silâh ile müdâfaa fâ’ide-bahş olur. Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i İbrâhîm aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın mücâdelesi vardır.
Bundan başka mücâdele-i hasenenin sûretine aid âyât-ı celîle vardır. Tarîk-i da’vet ve irşâd
herkes içün bir değildir, halkın kimi burhân-ı aklî ister, kimi iknâ-i felsefî ister, kimi ilzâm-ı mantıkî ister.
فمن منح الجهال علما أضاعه ومن منع المستوجبين فقد ظلم
Kur’ân-ı mübîn ancak bilâ-ilm cidâlde bulunmayı, hakkın zuhûrundan sonra cidâlde bulunmayı, hakkı mahv etmek için bâtıl sözlerle cidâlde bulunmayı bir hüccet olmaksızın âyât-ı ilâhiyyede cidâlde bulunmayı men’ ediyor yoksa bir dâire-i ilm ü edebde cidâli men’ etmiyor. Kitâb ve Sünnet ile nehy olunan umur Muhassalü’l-Kelâm ile Yeni İlm-i Kelâmda mezkûrdur.
Artık tarîk-i cedelîyi sülûk ederek muânidîni ilzâm için hüsn-i mücâdeleyi iltizam eden bir ilim neden bî-lüzum olsun? Yeryüzünde muârızlar kaldıkça o asra göre ilm-i kelâm lâzım ve müfîd olur. Eimme-i selef tamâmiyle cidâlde bulundular, re’sen veya müdâfi’ âsâr-ı nâfia tasnîf ettiler.
Nitekim İmam Şâfiî, Hafs el-Ferd ile, Bişr ibn el-Velîd el-Kindî İshak ibn İbrahim ile, Abdülazîz ibn Yahyâ el-Mekkî, Bişr-i Merîsî ile mebâhisde bulundular. Selef-i ümmet kânûn-ı iknâî ile mübâhesede bulunurlar idi. İstidlâli, nazarı, reyi, kitab ve sünnetin emrettiği cedelî, hak olan kelâmı aslâ inkâr etmezler idi. Onların inkâr ettikleri cihet ancak şerʿe ve akla muhâlif olan kelâm idi. İmam Ahmed’in, Dârimî’nin, Buhârî’nin, İbn Ebî Hâtim’in, Ebû Dâvûd es-Sicistânî’nin, Ebû Bekr el-Esrem’in, Ebû Bekr el-Hallâl’in, İbn Mende’nin, Ebû Osman en-Nîşâbûrî’nin, Ebu’ş-Şeyh el-İsfahânî’nin, Ebû Bekr ibnül-Münzir’in, Ebû Cerîr et-Taberî’nin ilh. mübtediʿayı red hakkında kitabları vardır. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe de Basra fakihi Osman el-Bettî’ye mübtediʿayı red hakkında bir vasiyetname yazmıştır.
“İnne Rabbeke hüve a’lemü bi-men dalle an sebîlihî ve hüve a’lemü bi’l-mühtedîn” nazm-ı kerîmi “Senin işin davettir. Hidâyet ve dalâl sana âit değildir. Dalâlette kalanlara sıkılma, hidâyet senin elinde değildir. Ancak sen davet, beyân, belâğ sâhibisin” meâline râcidir. Yani beyân ve da’vet bizden, dalâl ve hidâyet Allah’tandır.
Edîb Hazretleri ilm-i kelâmın mebna-yı âlem ile sâni’-i âleme istidlâlî keyfiyeti kelâmiyyenin ta’rîflerine atıf buyuruluyor. Gâlibâ tehâvün-i zımnî kasd olunuyor. Bu mebnâ tamâmiyle Kur’ân-ı Mübîn’in irşâd ettiği mebnâdır. Bu bâbda müteaddid âyât-ı celîle vardır. Ez-cümle:
1) اَفَلَا يَنْظُرُونَ اِلَى الْاِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ۠ – Gaşiye/17
2) اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ – Araf/185
3) اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي الْاَلْبَابِۚ – Ali İmran/190
4) اَفَرَاَيْتُمْ مَا تُمْنُونَۜ – Vakıa/58
5) اَفَرَاَيْتُمْ مَا تَحْرُثُونَۜ – Vakıa/63
6) اَفَرَاَيْتُمُ الْمَٓاءَ الَّذ۪ي تَشْرَبُونَۜ – Vakıa/68
7) اَفَرَاَيْتُمُ النَّارَ الَّت۪ي تُورُونَۜ – Vakıa/71
8) فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَۜ – Tarık/5
9) اِنّ۪ي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذ۪ي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَن۪يفاً وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۚ – Enam/79
10) اَلَمْ نَجْعَلِ الْاَرْضَ مِهَاداًۙ – Nebe/6
11) تَبَارَكَ الَّذ۪ي جَعَلَ فِي السَّمَٓاءِ بُرُوجاً وَجَعَلَ ف۪يهَا سِرَاجاً وَقَمَراً مُن۪يراً – Furkan/61
12) اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشاً – Bakara/22
Cenab-ı Hakk’ın varlığı küre-i alem ile de bilinir, Şinasi merhumun dediği gibi bir zerre de varlığını bilmeye kâfî gelir.
وفي كل شيء له آية تدل على أنه واحد
Kur’ân-ı Mübin bu babda bir zerreye hasr etmemiş bir âyet ile iktifa eylememiş, ber-vech-i ma’ruz âyât-ı adîde ile bizleri îkaz eylemiştir. Ancak zerreden kürre-i âlemden Hâlik-i Kayyûm’a nasıl intikal olunur? Eser ile müessir arasındaki nisbet nedir? Zannederim ki bu ciheti de bilmek zarurîdir. İlm-i kelâm bu sahada kaldıkça ne mazarratı ihdas eder?
Evet pek doğru beyan edildiği vechile Müslümanlık hayatı tevhide bağlıdır, Müslümanları vahdet-i diniye ve itikadiye etrafında toplamak, aralarındaki tefrikayı kaldırmaya çalışmak bir vecibedir. Müslümanların asırlardan beri saadet-i hayattan, huzur-ı kalbden hâib ve hâsir olmaları, dinin mâ ba’de’t-tabîaya aid olan hükümlerini mantığa, akl-ı beşere tâbi bulunduran, nazar ve istidlâli Kur’ân-ı Mübin’e tercih eden, naklî te’vile kalkışan kelâmiyandan neş’et ettiği dermeyan olunur: Saadet-i hayatı, huzur-ı kalbi te’min eden din-i mübin-i Ahmedî’nin ahkâmını ifsad eden kelâmiyat, nazariyat değil; belki “mülûk-i zâlime” ile “ulemâ-i sû”dur. Bu hüsran-ı elîme sâik onlardır. Nitekim pek çok zaman evvel şöyle bir beyit söylenmiştir:
وهل أفسد الدين إلا الملوك وأحـبار سـوء ورهبانها
Her fenalığı kelâmiyata atf etmek, “وَعَينُ الرِضا عَن كُلِّ عَيبٍ كَليلَةٌ وَلَكِنَّ عَينَ السُخطِ تُبدي المَساوِيا” beytinin hükmüne masadak olmaktan başka bir şey olmasa gerektir.
Ehl-i İslâm Nebi-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinden katiyyen mahfuz olan hususatta, zaruriyât-ı diniyede ittifak etmişlerdir. Zaruriyât-ı diniyeye münkad olan ehl-i kıblenin ihtilâf ettikleri mesâil hakkında Muhassalü’l-Kelâm ve’l-Hikme’de izahat vardır. Bundan başka Muhassalül-Kelâm’daki şu sözler nazar-ı dikkati câlib görülür zannederim.
“Ehl-i Hak, Ehl-i Kitap ve Sünnettir; Ehl-i Kitap ve Sünnet de mü’minlerdir… Hak ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v) ile devran eder, durur; hattâ muayyen bir tâifeye lâzım gelmez, ancak mü’minlere lâzım gelir, mü’minler dalâlet üzere toplanamazlar; Resûl-i Ekrem’den mâadâ efrâdda, mü’minlerden mâadâ tâifelerde hak da bulunur, bâtıl da… Bidʿatler hem hakkı, hem bâtılı mutazammın olur… Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretleri bir Cuma hutbesinde “Küllü bidʿatin dalâletün” buyurdukları halde “Ve küllü dalâletin fi’n-nâr” buyurmamışlardır. Buna mebnî Ehl-i Bidʿat ve’d-Dalâl, kasıdlarına göre ma’zûr veya müstahakk-ı ukûbet olur. Kur-ân-ı Mübîn’e zâhiren ve bâtınen ittibâ eden, makâsıd-ı hasene taʿkîb eden, muʿânede-i resûl kasd etmeyen Ehl-i Bidʿat, mücerred kusûr-i nazarlarından dolayı, hakka isabet edemediklerinden mazûr olurlar. Maksadları hakka matûf olmayıp fesâda, nifâka, ilhâda müteveccih bulunan Ehl-i Bidʿat ukûbet-i Bârî’ye müstahak olur. İşte sâbık âzamın olanlar bunlardır.”
Görülüyor ki maksadı hakka maʿtûf olduğu halde mücerred kusûr-i nazardan nâşî hakka isâbet edemeyen Ehl-i Bidʿat mazûrdur. Her dalâlet müstevcibi ukûbet değildir; ehl-i bidʿat hakkında bundan daha munsıfâne söz olur mu?
İhtilâfât-ı mezhebiyyenin avâmili de zan olunduğu gibi dinden inhirâf etmek, kasten ihtilâf ihdâs eylemek gibi ağrâz-ı fâside değildir. İhtilâfât-ı mezhebiyyenin avâmil-i muhtelifesi vardır. İslâm’da fırkaların zuhûru umûmî ve husûsî olmak üzere iki sebebe mahmûl olur. Sebeb-i umûmî hürriyet-i efkârdır. Sebeb-i husûsî de ya siyâsî veya ilmî olur.
El-yevm ber-hayât olan marka, Kur’ân-ı Mübîn’e şiddet-i temessükten, fakat fıkh-ı celîl-i İslâmî’ye adem-i vukûfdan nâşî; Şîa Ehl-i Beyt-i Nebî’ye şiddet-i muhabbet dolayısıyla; Cebriyye emr-i ilâhî ile kader-i ilâhîyi cem edemeyerek yalnız kader-i ilâhîye, ilm-i sâbık-ı Sübhânî’ye tazîm sebebiyle; Kaderiyye de kader-i ilâhî ile emr-i ilâhîyi cem edemeyerek bilakis emr-i Bârî’ye, Enbiyânın getirdiği şeye, vaʿd u vaîd-i Sübhânî’ye bi’l-aks ta’zîm sebebiyle; Mürcie vaʿd ü recâyı isbât, vaîd ü havfı nefy husûslarında “gulüvv” netîcesinde; Müşebbihe sıfât-ı celîle-i ilâhiyyeyi isbât husûsunda “ifrât” netîcesinde zuhûr etmişler idi. Bu fırak-ı İslâmiyye’nin hepsinin de nusûs-ı enbiyâda bir şüphesi vardır. Ehl-i sünnet ise cemâat-i müslimînden ayrılan fırkaları red maksadıyla meydana çıkmıştır. Gerek ehl-i sünnet, gerek ehl-i bidʿat olsun hangisi kasden ihtilâf ihdâs etmişler; dînin zevâline, terdîbine çalışmışlardır?
Zühdleriyle meşhûr olan, şerʿi ta’zîm eden, va’d-i Sübhânî’de ifrât edip fâsıkı mü’min tanımayan Mu’tezile mi? Yoksa cemâat-i müslimînden ayrılmayan, sünnet-i seniyyeye mütemessik olan, şu kadar ki, biraz taksîri görülen Küllâbiyye ve Eş’ariyye ve Mâturîdiyye mi? İnkâr-ı sıfât gibi en şenîʿ bir bidʿati ihdâs eden, Sâbie ve Seneviyye mezheplerinden müteessir olan Cehm bin Safvân’ın tenzîh-i Bârî kasd etmiş olması ihtimâli vardır. Cehm bin Safvân’a tâbi olanlar bir takım derecâta ayrılırlar, mu’tedil kısmı meyânında bir takım fukahâ bile vardır. Her fırka “Mâ ene aleyhi ve ashâbî” hadîs-i şerifenin mefhumuna dâhil olduğunu iddia ediyor. Ebü’l-Hüzeyl ile Nazzâm hakkında ahz-ı sâr etmek gibi bir maksad-ı hafî isbatı müteassir, belki müteazzirdir.
Evet zenâdıka, İslâm’a nisbet iddiasında bulunanlar (müntemîn ilâ’l-İslâm) ahz-ı sâr gibi bir takım ağrâz-ı fâside takib etmişlerdir. Fakat bunlar Kaderiyye ve Hâriciyedir, hak ve hakikat taharrî eden fırak-ı İslâmiyeden maʿdûd değildir. Aşk-ı hakikat ile dimağını yoran, İslâm’ı ʿan burhân kabul etmek fikrini takib eden, bu uğurda mücâhede-i fikriyyede bulunan mütefekkirin-i Ehl-i İslâm arasına, vâ esefâ ki karışmış, sıkışmış olan ehl-i fesad ve ilhâd hakkındaki hükmü diğer fırkalara teşmil etmek hiçbir vecihle sahih olmaz.
Fırak-ı kelâmiyye’nin mezâhibini nakl dâî-i şübhe görülüyor; acaba kelâmiyât aleyhinde bulunmak daha ziyade dâî-i şübhe olmaz mı? Hasm “Bakın! Bakın! Müslümanların ulemâ diye tanıdıkları adamlar İslâm bedîhiyâtından ahz-ı sâr etmek kastında bulunan dinsizler imiş!” demez mi? Bir vartadan kaçar iken diğer bir vartaya düşmüş olmaz mıyız?
Evet gençliği tenvir etmek elzem ve hakikattir. Otuz seneden ziyade meslek-i celîl-i tedriste bulunduğum cihetle gençliğin nasıl tenvir olunacağını bilmiş olacağım. Bugün gençliğin dimağı nazariyât-ı felsefiye ile meşbûʿdur. Akâid-i diniyyeyi kalplerde râsih bir akide kılmak hususunda nazariyât-ı felsefiyyeden, maksada hâdim bir surette istifade etmek, ez-cümle muʿcizât-ı hissiyenin imkânı hususunda Fransız filozofları Boutroux, Bergson nazariyelerini istiʿmâl eylemek, mantıktan müstağni olacak bir kuvveti hâiz olan nazariyât-ı kelâmiyyeyi lüzumu zamanında serd etmek mezmum, makdûh, gayr-ı meşruʿ, gayr-ı maʿkûl bir hâl midir? Dinin içtimaî, ahlâkî, maʿşerî, ilâhî hakâiki; beşerin müştâk olduğu fevz ü saadetin ve huzur u kalbin ve sükûn u sekînetin ancak Kur’ân-ı mübînin beyânlarıyla kazanılabileceğini; Allah’a, Resûlullah’a, nefse, ebeveyne, akrabaya, beşeriyete karşı olan vezâifi kitâbullahdan bi’l-istihrâc Yeni İlm-i Kelâmın üçüncü kitabında tafsil eyledim.
Artık İslâm’ı şüpheye düşüren nazarlar ihyâ olunmamakla, dine, Allah’a, Resûlullah’a karşı (hâşâ) tecâvüz-i küstâhlık yoktur. Haybet ve hüsrândan, dalâl ve idlâlden Allah’a sığınırım. فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلا يَضِلُّ وَلا يَشْقَى.
Ankara – 5 Ağustos 1339
İzmirli İsmail Hakkı